Emin değilim, bu diziyi açıklamak için hangi sözcükleri seçmem gerektiğini doğrusu hiç bilmiyorum. Fakat en iyi tabirim, sanırım şu olurdu: "Aman Tanrım, bu nasıl dizi böyle!" Abartmıyorum, modern zamanların kıskacı altında eriyerek, eleştirelliğini kaybeden medya metinlerini adeta yeni bir doruk noktasına taşıyor Mr. Robot! Neo liberal anlatının en büyük ve en açıktan eleştirisini yapan, son zamanların belki de mükemmeliğe en fazla yaklaşan yapımı işte karşınızda. Baş rollerinde Rami Malek (Elliot Alderson), Christian Slater (Mr. Robot), Portia Doubleday (Angela Moss) ve Martin Wallström (Tyrell Wellick)'in yer aldığı dizi, ikinci sezon onayını da almış bulunuyor. Sosyal açıdan yetersiz, depresif ve uyumsuz bir genç olan Elliot Alderson, gündüzleri bir güvenlik yazılımı firmasında bilgisayar teknisyeni olarak çalışır. Geceleri ise sahip olduğu eşssiz yeteneğini, insanların kilitlerini açmaya adayan Elliot, adeta modern zamanların kahramanı olmaya aday bir portre çizer. Her şey o kadar mükemmel kurgulanmış ki bu dizide, metaforlar o kadar belli belirsiz insanın zihnini rahatsız ediyor, modern toplum anlayışının diğer rahatsız edici tarafları ise ekonomik açıdan kapitalizmin başarısı ile taçlandırılarak uygun bir eleştirellikle sunuluyor. İzleyin, izletin, kaçırmayın bu diziyi. Demokrasimiz, hacklendi!
Uzun zamandır izleme şansını elde ettiğim en başarılı yapım. True Story, Rupert Goold'un yönetmenliği ile gerçek bir yaşam hikayesinden beyaz perdeye aktarılan olağanüstü bir film. Yapım, 99' dakika içerisinde benzersiz bir hikayeyi izleyicisinin gözleri önüne seriyor. Baş rollerinde James Franco (Christian Longo), Jonah Hill (Michael Finkel), Felicity Jones (Jill Barker)'ın yer aldığı yapım hikayesini izleyicinin gözleri önünde ilmek ilmek işleyen bir tititzlikle sunuyor. Arkanıza yaslanın ve bu gerçek yaşam hikayesinin çarpıcılığına kendinizi bırakın. Bir gazeteci olmak için ne gerekli dersiniz? Gerçeğe duyduğunuz bitip tükenmek bilmeyen bir açlık mı? Suskunların, ezilenlerin sesi olmaya çabalamak mı? Yoksa her ne pahasına olursa olsun, değerli bir doğru için birden fazla yanlışa imza atabilecek cesarete sahip olmak mı? Belki de hepsi... The New York Times yazarlarından, oldukça başarılı bir gazeteci olan Michael Finkel'ın hayatı bir anda altüst olacaktır. James Franco'nun canlandırdığı, ailesini canice katletmek suçundan aranan Christian Longo adındaki şüpheli, Michael Finkel'ın kimliği ile Meksika'da yakalanır. Ve çarpıcı hikayesini yalnızca Mr. Finkel'a anlatacaktır. Olaylar, bir anda hiç beklenmeyen bir rota izleyerek, her iki karakter için de hayatlarının en inanılmaz dönemlerini açığa çıkaracaktır. Bu filmde sizler de suçluluk ve masumluk arasında oldukça ince bir çizginin yer almakta olduğunun farkına varacaksınız. Çarpıcı bir hikaye, orası kesin. Gerçekten de yaşanmış olan bir öykünün beyaz perdeye aktarılması ve bu kadar başarılı bir şekilde, özgün ve yerli yerinde bir hikaye örgüsü ile sunulabilmesi, yönetmenin artı bir değeri. Her ne kadar Jonah Hill baş rolde zayıf bir portre çizmiş olsa dahi, James Franco'nun başarılı oyunculuğu ile bütün bu tatsızlıklar unutulup gidiyor. Tereddütsüz izleyin, kaçırmayın derim...
Who Am I - Kein System ist sicher, 2014 yapım yılı ile Baran bo Odar'ın yönetmenliğinde Almanya'da vizyona giren oldukça başarılı bir film. Baş rollerinde Tom Schilling (Benjamin), Elyas M'Barek (Max), Wotan Wilke Möhring (Stephan), Antoine Monot Jr. (Paul) ve Hannah Herzsprung (Marie)'nin yer aldığı yapım, tek kelime ile muazzam. Hollywood'un Amerikan goygoyculuğunu barındırmayan bu tarz başarılı yapımları daha fazla görmek dileği ile der ve filmin ayrıntılarına geçerim. Benjamin, asasosyal yapısı ile toplumdan ve arkadaş çevresinden dışlanan oldukça sıradışı bir gençtir. Bilgisayar dünyasına adım attığı andan itibaren, bir kahraman olarak anılmak isteyen genç hacker'ın yolu bir grup bilgisayar korsanı ile kesişir. Kendilerine CLAY adını veren bu hacker grubunun başardıklarını görmek ise insanı hem korkutuyor hem de eğlendiriyor. Finali ile izleyenleri dumura uğratan yapım, mutlaka izlenmeli. Hacker'ların hem eğlendiren hem de endişelendiren bu olağanüstü dünyasına adım atmak istiyorsanız eğer, sakın kaçırmayın bu filmi! Ve hiç bir sistem güvenli değildir, bu fikri de asla aklınızdan çıkarmayın derim...
Yönetmenlik koltuğunda Neill Blomkamp'ın oturduğu, 2015 yapım yılı ile oldukça ilgi çeken bir bilim kurgu filmi olmuş "Chappie". Yapım, bilim kurgu ve robotlar denilince aklınıza ilk gelen görsel efektleri ile aksiyon odaklı yapay zeka filmlerinden fersahlarca uzak bir kere. Ayrıca yapımın baş rollerinde tanıdık simaların yer alıyor olması da kalite vurgusunu arttırıyor. Chappie'nin aralarında Hugh Jackman (Vincent Moore) ve Dev Patel (Deon Wilson) gibi tanıdık aktörlerin de yer aldığı baş rol oyuncuları ise şu şekilde: Sharlto Copley (Chappie), Yo-Landi Visser, Ninja ve Jose Pablo Cantillo (Yankie - Amerika)... Neill Blomkamp'ın District 9 (Yasak Bölge 9')'u ile harika bir iş çıkardığını hepimiz biliyoruz. İzlemediyseniz, izlemenizde de ayrıca fayda var. Ne yazık ki başarılı yönetmenimizin geçtiğimiz yıl vizyona giren Elysium'u ile aynı etkiyi yakalayamamış olduğu da açık bir gerçek. Fakat Chappie ile bu açığı fazlasıyla kapattığı da ortada. Yapımın konusu ise şu şekilde: Deon Wilson, 2016 yılında polise yardımcı olmak üzere Güney Afrika'da tasarlanan robotların yaratıcısıdır. Winson'un asıl projesi ise düşünebilen ve kendi başına karar verebilen bir Ai (Yapay Zeka) yaratmaktır. Winson'un yarattığı yapay zekadan korkan insanlar ise bu çığır açan gelişmenin önüne geçmek için ellerinden geleni yapacaklardır. Yazının başında da dediğim gibi, oldukça farklı bir yapım. Aksiyon ögelerinin komedi ile buluştuğu, insan doğasının ve yırtıcı iç güdülerinin oldukça akıcı bir şekilde özetlendiği başarılı bir yapım Chappie. Henüz izlemediyseniz ve ikinci bir fikir alarak bu yapıma şans vermek istiyorsanız eğer, bence tam da sırası. Düşündüren bir yapım, orası da kesin. Hayatı, kurgu ile gerçekliği sorgulatacak kadar da çarpıcı bir film Chappie. Bence bir şansı hak ediyor, siz ne dersiniz?
Modern bilgisayarın babası sayılan icatı ile teknoloji tarihine damgasını vurmuş olan bir matematikçi: Alan Turing. Morten Tyldum'ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu yapım, toplamda 114 dakikalık bir izlenim keyfine sahip. Alan Turing'in biyografisi olarak işlenilen hikaye örgüsü, II. Dünya Savaşı'nda Nazi kuvvetlerinin kullandığı Enigma adlı kriptografik iletişim cihazını konu alıyor. Baş rollerinde Benedict Cumberbatch, Keira Knightley ve Matthew Goode'ın yer aldığı yapım, dönemin atmosferini yansıtmaktaki başarısı ile de dikatleri üzerine çekiyor. Deha rolü bu adama çok yakışıyor! Evet, Benedict Cumberbatch'den bahsediyorum. Oldukça yetenekli bir aktör. Eşcinsel bir deha olan Alan Turing'in Enigma'ya karşı olan mücadelesini konu alan yapım, benden de tam not aldı. Doğrusu, hükümetlerin kirli tarihleri hakkında da oldukça açık bir film olan The İmitation Game, kaçırılmaması gereken bir yapım olduğunu da kanıtlıyor. Eşcinselliğin suç olarak sayıldığı bir dönemde milyonlarca insanın hayatını kurtaran bu savaş kahramanı deha, kendi hükmeti tarafından 1 yıllık kimyasal hadım cezasına çarptırılıyor. Düşünün ki, bir dehaya verilen değer, Güneş'i hiç batmayan bir ülkenin dahi karanlık yüzünü gözler önüne sermeye yetiyor. Enigma ekibinin Cristopher ile başardıkları, aslında modern bilgisayarın da babası olarak kabul edilmeli. Alan Turing'e saygılarımla; sahi, makinalarda düşünebilir mi?
PK, Rajkumar Hirani'nin yönetmenlik koltuğunda oturduğu, 2014 Bollywood yapımı olarak karşımızı çıkan uzun metrajlı enfes bir film. Toplamda 153 dakikalık bir izlenim keyfine sahip olan PK'nin baş rollerinde ise Aamir Khan (P.K), Anushka Sharma (Jagat Janani / Jaggu) ve Sanjay Dutt (Bhairon Singh) yer alıyor. Doğrusu, Amir Khan'ın bütün filmleri izleniyor. Kendisini izletmesini çok iyi biliyor bu adam! Hem toplumsal faaliyetlerde üstlendiği öncülük görevleri hem de hassas konulara parmak basmaktaki incelikli çalışmaları, adından sıkça sözü edilmesi gereken, üzerine çokça konuşulması gereken başarı örnekleri olarak karşımıza çıkıyor. Sinemanın asıl amacına hizmet eden bu yapımları daha sık görmek dileği ile, filmin konusuna geçelim. Çok, çok uzak diyarlardan dünyamızı ziyarete gelen garip bir yabancının o çok önemli soruyu sorması ile başlıyor hikayemiz. Tanrı nerede? O Tanrı değil de, bu Tanrı haklı değil miydi? İyi hoşta biz kime, ne için inanıyoruz? Tanrı kavramını ana merkezine alarak, eleştirel bir bakış açısı ile dinleri tefe koyup da bir güzel çalan bu yapımı sakın kaçırmayın! Her ne kadar modern bir hava esen filmin, toplumun öteki yüzüne işaret ettiğini söylemek bir hayli zor olsa da, hey, mükemmel olan ne var ki şu dünyada? İzleyin, izletin; oldukça eğlenceli, dört dörtlük oyunculuklarla süslenmiş enfes bir senaryo sizleri bekliyor. Kaçırmayın derim...
Gerçek bir hikayeden beyaz perdeye uyarlanan Kill the Messenger'in yönetmenlik koltuğunda Michael Cuesta yer alıyor. Amerikalı bir araştırmacı gazeteci olan Garry Webb'in Dark Alliance adlı kitabından ve aynı zamanda yapımla aynı adı taşıyan Nick Schou imzalı kitaptan esinlenerek çekimleri tamamlanan yapım, toplamda 112 dakika sürüyor. Yapımın baş rollerinde ise Oscarlı yapım The Hurt Locker'da da baş rol görevini üstlenmiş olan başarılı oyuncu Jeremy Renner (Gary Webb)'in yanı sıra, Robert Patrick (Ronald J. Quail ) ve Jena Sims (Quail's Girlfriend)'de yer alıyor. Zor bir meslek şu gazetecilik. Araştırmacı gazetecilik yapabilme yeteneğine sahip olabilmek ve bazı gerçeklerin, özellikle söylenemeyecek kadar gerçek olan bazı gerçeklerin dahi kamuoyuna duyurulması gerektiğine inanabilmek, çok zor... Yaşanmış bir hikayeden esinlenerek beyaz perdeye aktarılan bu yapımı bir solukta izleyip bitireceğinize eminim. Sevgili dostlarım ve gazeteci arkadaşlarım, kaçırılmaması gereken, oldukça başarılı bir yapım. Sözüme güvenin ve Amerika'nın kirli tarihine sizler de benimle birlikte tanıklık edin...
St. Vincent, Theodore Melfi'nin yönetmenlik koltuğunda oturduğu yürek ısıtan bir komedi filmi. Yapım, 102 dakikalık izlenim keyfi süresince hayatın zorluklarına karşı güler yüzle cevap verebilmeyi öğütlüyor seyircisine. Baş rollerinde Bill Murray (Vincent), Melissa McCarthy (Maggie), Naomi Watts (Daka) ve Jaeden Lieberher (Oliver) yer aldığı yapım, dramın komedi ile buluştuğu enfes bir örnek! Gerek sağlam oyuncu kadrosu gerekse de hikayenin işleniş başarısı ile kaçırılmaması gereken, başarılı bir film St. Vincent. Aksi, ukala, pis ve yaşlı bir adamın küçük bir çocuğa bakıcılık yapma kararı ile değişen hayatı ve ardından gelişen eğlencelik olayları ile yapım, izleyicisini kendisine bağlamaktan da geri kalmıyor. İzlerken yüreğinizi ısıtacak olan bu filmi sakın kaçırmayın! Ve Bill Murray'in filmin bitişi ile başlayan cast akışı esnasındaki müzik performansı ise takdire şayan doğrusu...
Valhalla Rising, 2009 yılında Nicolas Winding Refn'in yönetmenliği ile beyaz perdedeki yerini alıyor. Baş rolünde son dönemlerin adından çokça söz edilen dizisi Hannibal'daki Dr. Hannibal Lecter rolü ile dikkatleri üzerine çeken usta aktör Mads Mikkelsen (One Eye) ile birlikte Maarten Stevenson (The Boy - Pagan) ve Alexander Morton (Barde - Pagan) yer alıyor. Farklı bir çekim tekniği var yapımın. Orası kesin! Hikaye anlatış yöntemi ise alışılmışın bir hayli dışında. Bir sinema filminde görülmesi oldukça zor olan kendi içerisinde ayrı bölümleri ve sub-hikayeleri barındıran temel bir bütünü çağrıştırıyor adeta. Aslında dikkatli izleyiciler için enfes bir baş yapıt Valhalla Rising. One Eye adlı dilsiz bir savaşçının yanı sıra, misyonerlik görevi yürüten Hristiyan barbarlarının eski tanrılara karşı olan mücadelesine tanıklık ediyoruz bu yapımda. Çokça eleştiri var Valhalla Rising'de. Ağır bir film; uyarmadı demeyin. İzleyenlerinin çoğu filmi övgüleri ile göklere çıkarırken, basit bir aksiyon filmi arayanların da yerin dibine geçirdiği aşırı uçları da içerisinde barındıran ve bana kalırsada oldukça başarılı bir baş yapıttır derim. İzleyin ya da hazır olduğunuza inanana kadar listenizde ki yerini korumasını bekleyin. Karar sizlerin! Ama bana kalırsa, açık fikirliliğinizle birlikte, izleyin izletin...
The Riot Club, İngiliz Oyun Yazarı Laura Wade'in 2010 yılında kaleme almış olduğu Posh adlı oyunundan beyaz perdeye aktarılıyor. Toplamda 107 dakikalık bir izlenim keyfine sahip olan yapımın yönetmenlik koltuğunda ise Lone Scherfig oturuyor. Baş rollerinde Sam Claflin (Alistair Ryle), Max Irons (Miles Richards), Douglas Booth (Harry Villiers)'ın yer aldığımı yapım, tek kelime ile sinir bozucu. Belki de 2014'ün en iyileri arasında yer almıyor ama yine de izlenmeye değer bir yapım, orası kesin! Bu zengin, para tutkusu ile yozlaşmış olan çocukların şımarıklıklarını izlemeye hazır mısınız? Dünyanın en eski üniversitesine sahip olma özelliği ile birlikte hikayemiz İngiltere'nin Oxford kentinde geçiyor. Sizinle beraber 20 bin öğrencinin daha eğitim gördüğü, dünyanın en saygın okullarından birisinde yer alan en ayrıcalıklı 10 kişinin kabul edildiği bu özel isyan kulübüne davet edilseydiniz eğer, siz ne yapardınız? Oyunculuklar, mekanlar ve çekim kalitesi değil bu yapımı konuşturan. Aristokrat geleneğinden gelen gençlerin, zenginleşme tutkusu ile yozlaştırdığı yapının, en çarpıcı yönleri ile izleyicilerin karşısına çıkarılmasında yatıyor bu başarısı. Bitimi ile izleyenlerini büyük bir açmazın içerisine sürükleyen, dünyanın içerisinde döndüğü çarkların yoldan çıkan dişlilerinin asla yeniden yerli yerine oturtulamayacağı gerçeğini büyük bir soğuk kanlılıkla kabul ettiren bu yapımı, sakın kaçırmayın derim...
Marvellous İngiliz Kamu Yayıncılığı Kanalı BBC Two tarafından 25 Eylül 2014 tarihinde yayınlanan, 90 dakikalık bir televizyon filmidir. Drama dalında izleyenlerinin karşısına çıkan yapımda İngiltere Premiere Ligi'nin efsanevi takımlarından Stoke City (The Potters - Çömlekçiler)'nin eşyalarından sorumlu, takma adı ile Nello olan Neil Baldwin'in hayatı anlatılmaktadır. Baş rollerinde Toby Jones (Neil Baldwin), Gemma Jones (Mary) ve Tony Curran (Lou Macari)'nın yer aldığı yapımda aynı zamanda aktörlerin canlandırdığı gerçek karakterleri de zaman zaman görmek mümkün oluyor. Öylesine şahane bir drama ki, keşke hiç bitmeseydi diyorsunuz. Farklılığı ile modern insanlar arasında kendisine korunaklı bir yer edinmeye çalışan sıradışı bir insanın hayat hikayesine konuk oluyoruz. Stoke City'nin maskotluğu da dahil resmi oyunculuğunu da yapan Neil Baldwin aynı zaman da kayıtlı bir palyaço, Keele Üniversitesi'nin onur mezunu, kendi adı ile kurduğu futbol takımının kaptanı, yöneticisi ve teknik direktörüdür de... :) Hiç düşünmeyin, açın ve bu adı gibi harikulade olan yapımı bir solukta izleyip bitirin. Dip not olarak düşmekte fayda görüyorum: Filmin ardından Stoke City taraftarı olmanız da kuvvetle muhtemeldir, sonra da demedi demeyin...
Whiplash 2014 yılının belki de en iyilerinden! Cazın öfkesine tanık olmaya hazır mısınız? Soluksuzca izlenen 104 dakikalın enfes bir yapım olmuş Whiplash! Yönetmenlik koltuğunda Damien Chazelle'nin oturduğu yapımın baş rollerinde ise Miles Teller (Andrew), J.K. Simmons (Fletcher) ve Melissa Benoist (Nicole) yer alıyor. Efsane olmaya hazır mısın? Bu yolda ne kadar ileriye gidebilirsin? Baskıcı, sosyopat ve nevrotik müdahalelerin sınırlarında gezen, tehlikeli bir orkestra şefi. Ve genç, başarılı, gelecek vaat eden oldukça hırslı bir baterist! Cazın saf ve temiz dünyasına şaşkınlık içerisinde kalarak adım atacağımız bu yapımı sakın kaçırmayın! Temponu asla düşürme! Son sahnesi ile izleyenlerinin zihnine kazınan Whiplash'ın ödüllere doymayacağını söylemek için de her ne kadar erken olsa dahi, ben bu konuda iddialıyım. Arkanıza yaslanıp bu enfes caz şöleninin tadını çıkarın...
The Bang Bang Club 2011 yılında Güney Afrika tarafından yaşanmış hikayelere dayandırılarak beyaz perdeye aktarılmış olan bir drama filmidir. Toplamda 106 dakikalık bir izlenim keyfine sahip olan The Bang Bang Club'ın yönetmenlik koltuğunda Steven Silver oturmakta. Hikayenin baş kahramanları arasında yer alan Greg Marinovich ve João Silva'nın oto biyografilerine dayandırılan yapımın baş rollerinde ise Ryan Phillippe (Greg Marinovich), Malin Akerman (Robin Comley), Taylor Kitsch (Kevin Carter), Neels Van Jaarsveld (João Silva) ve Frank Rautenbach (Ken Oosterbroek) yer alıyor. Kevin Carter, Greg Marinovich, Ken Oosterbroek ve João Silva adlarındaki dört savaş foto-muhabirinin 1990 ve 1994 yılları arasında Güney Afrika'da yaşanan iç savaş esnasında başlarından geçen olayların anlatıldığı yapım tek kelime ile çarpıcı. Zor bir meslek şu gazetecilik. Hele ki savaş gazeteciliği, gerçekten de cesaret isteyen bir yaşam oyunu. Güney Afrika'nın sancılı dönemlerinin ele alındığı yapım, gazetecilik ahlakına da yakın bir bakış açısı sağlıyor. Üzerlerinde taşıdıklarının yalnızca pahalı kameralar olmadığının farkında olan bu cesur insanların hayat hikayelerine tanıklık etmek için eşsiz bir yapım The Bang Bang Club. Her gazetecinin en az bir kez izlemiş olması gereken bu yapımı kaçırmayın derim...
Winter Sleep, Kış UykusuNuri Bilge Ceylan'ın yönetmenliği ile 2014 yılında vizyona giren Türkiye, Almanya ve Fransa ortak yapımı 196 dakikalık bir dram filmidir. Kış Uykusu'nun baş rollerinde Haluk Bilginer (Aydın), Melisa Sözen (Nihal) ve Demet Akbağ (Necla) yer alıyor. Türk Sinema tarihinde ilki 1982 yılı Yılmaz Güney'in Yol filmi olmak üzere kazanılan Cannes Film Festivali Altın Palmiye Ödülü, ikinci kez ise geçtiğimiz yıl Nuri Bilge Ceylan'ın Winter Sleep adlı bu çalışmasına layık görüldü. Film hakkında yoruma girmeden söyleyebileceklerim bu kadar. Bu kısımdan sonrası ise bir hayli ağır eleştiri içermektedir, okuyanlara uyarımdır. Öncelikle olumlu taraflarından başlayalım; görsellik muazzam! Görüntü kalitesi gerçekten de filmin her anının ayrı bir fotoğraf karesi olmasını sağlamış. Ayrıca oyunculukların önünde şapka çıkarmak gerekiyor. Özellile Haluk Bilginer'in başarılı oyunculuğu, sanırım bu filmin adının bu denli duyulmasından oldukça etkili. Ve aklıma kazınan öyle bir sahne var ki, izleyenler de bana hak verecektir. Kızgın tayın yakalandığı an ve suda ki o çırpınma dakikaları, insanın tüylerini diken diken etmeye yetiyor. Son olarak ise filmin çekimlerinden kullanılan yaratıcı tekniklerden oyunculuklara kadar çok büyük bir emeğin olduğu su götürmez bir gerçekliktir. Gelelim olumsuz taraflarına... O kadar fazla ki, teknik anlatıma kaçmadan eleştirmek bazı söylemlerin havada kalmasına neden olacaktır ama dileyen, dilediği gibi yorumlayabilir bu yazıyı da. Ne de olsa, özgür bir ülkedeyiz!!! Karakterler arası diyaloglar 3-4 dklık akıcı bir şekilde kurgulanmalıdır. Fakat Nuri Bilge bu filmde nerede ise yarım saate yakın süren iç bulandırıcı, ağır aksak, cımbızla seçilmişçesine yerleştirilmiş olan akıl yoksunu o kadar diyalog vermiş ki, insan filmi bir an önce bitirip de kurtulayım diyor. Karakterler o kadar silik anlatılmış ki, insan doğrusu Aydın'ın haricinde hiç bir karaktere odaklanamıyor. Kendini karakterlerin yerine koyup da sinemanın anlatım amacına dair bir beklenti içerisine dahi giremiyor. Her şey garip bir pus içerisinde eriyip gidiyor adeta. Öyle ki baş rol oyuncularından Demet Akbağ'ın canlandırdığı Necla karakterine ne oluyor, nereye gidiyor, ölüyor mu kalıyor mu, sanırım Nuri Bilge önemsememiş ve silip atmış bu karakteri. Ve süresi; karakter çatışmalarını, toplumdan soyutlanan bireylerin kendilerine ve hayatlarına bu denli yabancılaşmalarını inceleyen bu yapım aşağı yukarı 1 saatte de sunulabilirdi. Ve gayet de hoş olabilirdi... Gelin görün ki yapımın uzunluğu tamı tamına 3 saat 16 dakika! Kaba etlerinize dayanma gücü lazım. Velhasıl, silik karakterler, iç bulandıran, romanlık diyemem çünkü akıl yoksunu olan ağır aksak uzun diyaloglar, kopuk hikaye örgüsü, uzun uzadıya gerilen ve kopma noktasına kadar sürüklenen geçiş anları, bas bas bağırıyor: Ben bir sanat filmiyim diye! Herkes anlayamaz, o yüzden biz politik görüşlü akıllı enteller oturalım, elit bir hava içerisinde, çamurdan, toprak kokusundan, yapımda yer alan bozkır vurgusunun aksine, toplumdan uzak ferah bir hava içerisinde, kendi kedimize bu filmi alkışlayıp duralım. İzleyin diyemiyorum, izlemeyin de diyemiyorum; bu kadar eleştiriden sonra, artık karar sizin...
Oldukça etkileyici bir hikaye. Tek kelime ile çarpıcı! James Marsh'ın yönetmenlik koltuğunda oturduğu The Theory of Everything, Her Şeyin Teorisi 123 dakikada çağımızın belki de Einstein'den sonra en başarılı teorik fizikçisi olarak anılması gereken eşsiz deha Stephen Hawking'in biyografisini başarılı bir şekilde izleyici ile buluşturuyor. Baş rollerinde Eddie Redmayne (Stephen Hawking), Felicity Jones (Jane Hawking) ve Harry Lloyd (Brian)'ın yer aldığı yapım, gerçekten de dört dörtlük bir anlatıma sahip. Stephen Hawking'in 20'li yaşları ile başlayan hikaye, Stephen ile Jane arasındaki büyüleyici birlikteliği de tüm çıplaklığı ile gözler önüne seriyor. Başarılı bir deha olan Stephen'ın hayatı ne yazık ki 21 yaşında teşhis konulan ALS hastalığı ile bir anda altüst olmuştur. Jane'in kendisine olan bu büyüleyici bağlılığı ile hayata tutunan Stephen, tüm vücudunun kontrolünü kaybetse dahi, kendisine eşsiz becerisini kazandıran zihninin keskinliğinden hiç bir şey kaybetmeyecektir. Her ne kadar kendisine iki yıl yaşam süresi biçilmiş olsa dahi, hali hazırda 72 yaşında olan ve çalışmalarına hızla devam eden Stephen Hawking'in bu başarılı biyografisi izlenmeye ve izletilmeye değer. Zamanı en başa sarsaydık ne olurdu? O herşeye yeten ve muktedir teoriye sahip olsaydık, Tanrı'ya artık ihtiyacımız kalır mıydı dersiniz?